Didem Elif – Selda Hanım, SG İmalathane olarak ben sizi bir iki yıldır sosyal medyadan takip ediyordum ancak Dahan Dönmez ile yaptığınız yavaşlık üzerine sohbetinizle çok farklı bir şekilde dikkatimi çektiniz. Milan Kundera’nın Yavaşlık kitabı üzerindeydi sohbet. Benim için çok anlamı olan bir konuydu. Bu kitap üzerinden yola çıkarak Birgün Gazetesi’nde yayınlanmış bir yazım var hatta. Korona hapsimiz başlar başlamaz yine buna değindiğim bir yazı yazmıştım. Dolayısıyla merakla katıldım canlı yayınınıza. Orada şöyle bir cümle kullandınız: “Slow Food lideriyim. Yavaşlığın önderi gibi görüyorum kendimi.” O gün o cümlenizi duyduktan sonra kafamda sizinle söyleşi yapmaya karar vermiştim. Şimdi uzatmamak için detaya girmeyeceğim ama garip bir tesadüfle benden önce başka bir konuda siz bana ulaştınız gibi bir durum oldu. Bir baktım sabahın dördünde Selda Güleç’le konuşuyorum. Hazır sizi bulunca ben hemen konuyu değiştirip size söyleşi teklif ettim tabi. İşinizi aşkla yaptığınız o kadar belli ki, enerjiniz Kaş’a kadar geliyor. Bunu size özelden zaten dile getirmiştim ama kayıtlara da geçsin isterim. 😊
Sohbetimize yavaşlık konusundan başlamak istiyorum. Sizi tanımıyorum ama buradan bakınca hiç yavaş birine benzemiyorsunuz doğrusu. Hatta korona günleri sizin aşkla yaptığınızı düşündüğüm işinizin tabiri caizse durmasına sebep oldu fakat siz durmadınız. Çok kısa bir süre içinde organize ve planlı bir şekilde canlı yayınlar yapmaya başladınız. Bir anlamda SG İmalathane‘de yaptığınız Sohbetleri herkese açık hale getirdiniz. Bununla da kalmadınız onlara da birazdan geleceğim. Ben hep işini aşkla yapan insanların engeller karşısında durdurulamaz olduğuna inanırım. O anlamda o günlerdeki tavırlarınızla bir örnektiniz benim için. Yavaşlamanın farkındalığına sahip ama o koşullarda bile topluma katkı sağlayabilmek adına yavaşlamayan bir kadın vardı. Bu konuda ne söylemek istersiniz.
Selda Güleç – Öncelikle sorulardan çok etkilendiğimi söylemeliyim. Çünkü o kadar güzel bir dille sorulmuş ki. Ben dili güzel kullanan herkese hayranım. Özellikle konuşurken değil de yazarken; her türlü imla kuralına ve cümlenin gelişine, uyum sağlayan tekrarlanmayan sözcüklere sizin gibi böyle dikkat ederek yazan kişilere gerçekten çok hayranım. Günümüzde buna dikkat eden çok az kişi var diye düşünüyorum. Artık dil pervasızca kullanılıyormuş gibi geliyor bana. Onun için bu tanışmadaki benim için en etkileyici şeylerden biri dili güzel kullanışınız. Böyle bir giriş ile teşekkür etmek istedim.
“Yavaşlamanın farkındalığına sahip ama o koşullarda bile topluma katkı sağlayabilmek adına yavaşlamayan bir kadın vardı,” demişsiniz. Bu enteresan bir durum. Sadece pandemi sırasında değil, hayatımın genelinde böyle bir şey var. Dışardan bakınca yavaşlamayı bilmiyorum gibi görünüyor ama yaptığım her işi aslında yavaş yavaş yapıyorum. Sindire sindire yapıyorum. Aklımda olan bazı şeyleri, öngürülerimi sonuna kadar gerçekleştirebilmek adına her dakikasını, her bir anını içinde bir fiil yaşayarak ve çevremdekilere de yaşatarak yapıyorum. Hani Slow Food’un simgesi olan salyangozun yavaş yavaş yürümesi gibi.
Salyangoz yürürken bir iz bırakır. O iz bazı insanlara sümük gibi görünür, bazı insanlara ise pırıltılar gibi görünür. Pırıltılı görünmesine çok emek sarf ediyorum. Yavaş, temkinli ve emin adımlar atmaktan hiç vazgeçmiyorum. Tabi çok avantajlıyım. Neden avantajlıyım? Hayatım boyunca hep bir organizasyonun içinde oldum. Çok uzun seneler Milli Eğitim’de Proje Koordinatörlüğü yaptım. Avrupa Birliği Projeler Koordinatörü’ydüm.
Hayata bir proje gibi bakıyorum aslında ben. Gün içerisinde başkaları için çok iş gibi görünen şeyler, benim için kesinlikle değildir. Projenin basamakları olarak bakarım. Her projenin tahmin edilen sonuçları vardır ama ben beklenmeyen sonuçları da düşünürüm. Mesela bu akşam bir yemeğimiz var. Bu seneki ilk Seyr-ü Seferimiz olacak. İstanbul’da başka bir restorandan davet aldık. “Oraya ne zaman hazırlanalım? Son güne neleri bırakalım?” gibi soruların her biri bir proje adımıydı. En son anı düşünecek kadar tüm planımı yaptım. Hiçbir şeyi atlamadan işin temelini oturttum ki, bir önceki gece rahat uyuyayım. Organizasyon sırasında her şey olabilir çünkü. Ocak bozulabilir, fırın bozulabilir. Her tür ihtimali önceden kafamdan mutlaka geçiririm. Bu yüzden son günde herkesin telaşeli olduğumuzu sandığı zamanlarda, çok iyi hazırlandığım için hiç de telaşeli olmayız.
Hayatın içinde organizasyon denen şeyle ilgili bir kabiliyet geliştirmiş olduğumu düşünüyorum. Bugün bunu yaparken, ertesi gün, hatta bir hafta sonraki, belki bir ay sonraki yapabileceklerim hep aklımdadır. Biraz da ileriyi görmekteki sezgilerim de kuvvetli diye düşünüyorum. Bugün yaptığım her işte sonra gelecek tüm adımları planlayarak takip ederim. Çok enteresan bu soruları cevaplamak. Kendimle ilgili de sanki şu anda bir özet çıkarıyormuş gibi hissediyorum. Kendime kendimi soruyorum ve düşünüyorum. Çok teşekkür ederim bu anlamda gerçekten.
Didem Elif – Böyle düşündüğünüz ve kullandığım dil ile ilgili söyledikleriniz için ben teşekkür ederim. Bu arada aynı canlı yayında şunu söylediğinize rastladım. Yaptığınız canlı yayın sohbetlerinde size çok konuştuğunuzu söyleyenler oluyormuş. Farkındaysanız Likya Sohbetleri’nde ben de çok konuşuyorum. Benziyoruz bu anlamda. 😉 Az önce sizinle konuşacaklarımıza sondan başladım gibi oldu ama benim üzerimde itici güç yaratan yanınızla giriş yapalım istedim. Siz İngilizce öğretmenisiniz aslında. SG İmalathane’yi kuruyorsunuz. Adı üzerinde imalat yapılan bir yer burası. Bu fikrin nasıl doğduğundan yola çıkarak, bilmeyen okuyucularımız için SG İmalathane’yi anlatabilir misiniz? Hem sizi şimdi anılarınıza götürerek, bu vesileyle çok sevdiğiniz mekanınızla biraz hasret gidermenizi sağlarız belki.
Selda Güleç – Gerçekten beni İmalathane ile ilgili anılarıma gönderecek bir soru oldu bu. İsteğiniz üzerine yaptığımız etkinlikler ile ilgili fotoğraflar ve videolar göndermek için arşivime bakınca, kafamda canlanan hatıralar beni çok etkiledi. O gece ardı ardına fotoğraf ve video göndermiştim. Dönüp geriye baktıkça ne kadar çok şey yaptığımızı hatırlattınız bana. Zevkle izledim hepsini. O anları sanki yeniden yaşadım. İçindeyken anlamıyormuş demek ki insan. Kendim bile inanamadım bazı şeylere.
Didem Elif – Ben de o gece ardı ardına gelen videoları izledikçe gerçekten hayranlık duymuştum yaptıklarınıza. Birbirimizle o an duygularımızı canlı canlı paylaştığımız için sanki birlikte gitmiştik o zamanlara. O da bir acayipti doğrusu. Daha önce hiç bulunmadığım mekanlarınızın sanki ben de içindeymişim gibi hissetmiştim. Çok güzeldi. O yüzden aynı duyguyu okuyucularımıza da verebilmek için bana yolladığınız tüm videoları birleştirerek yeni bir video hazırladım. Söyleşimizin en sonunda paylaşıyor olacağım. Bu arada belirtmek istiyorum, etkinliklerinizin her biri şahane ama kurduğunuz sofralardaki özene de ayrı bir hayranlık duydum. Günümüzde gündelik hayatta hızlı yaşarken neredeyse sofraya özen hiç kalmadı.
Selda Güleç – O benim olmazsa olmazım. SG İmalathane’de hep güzel sofralar kurulur. Sofraların güzelliği sadece görüntüsünde değil ruhundadır. Zaten böyle bakınca çoğalmaya başlıyorsunuz. Gördüğünüz o sofraların lezzetlerinde öyle çok el, öyle çok yürek var ki. Son anda evine giderken uğrayıp çorbamızı karıştırandan tutun da; Antakya’dan kuruttuğu biberi, yeni mahsül firikleri kargolayıp içine “efsele pişirmeden önce” diye not yazan, Adana’dan evinde yaptığı salçayı, kendi gelemese pişirdiği karabuğday unundan ekmeğini gönderen, kendine alırken İmalathane’ye de bir tane tencere alan, okuduğu kitapta geçen bir anneanne lezzetinin fotoğrafını çekip “mutlaka dene,” diye mesaj yollayan, bize gelirken yolda çiçekçi görüp “sofraya yakışır,” diye duran ve alıp getiren herkesin katkısı var sofralarımızda. “Aklımdasın, seni ve sofralarını çok seviyorum,” demeyi böyle dile getiren dostlarla, gerçek sevgi ve imece ile kurulan sofralardır SG sofraları.
Didem Elif – Bu arada Efsele ne demek?
Selda Güleç – Elinle silkeleye silkeleye karıştırmak demekmiş.
Didem Elif – Bilmediğim yöresel bir kelime öğrenmiş oldum böylece. İmalathaneye geri dönelim.
Selda Güleç – İmalathane enteresan bir yer. Kendi kendini evirdi. Ne istediğini kendi kendine buldu. Buraya şu yakışırı kendisi ortaya çıkarttı. Her şey bir Instagram hesabı açarak başladı mesela.
Didem Elif – Nasıl yani? Mekan daha ortada yokken Instagram hesabı mı vardı?
Selda Güleç – Evet ama onun öncesinde yolculuğumda önemli olduğunu düşündüğüm konulara da girmek isterim.
Didem Elif – Lütfen sevinirim.
Selda Güleç – Yemekle haşır neşir olan herkes gibi elbette ben de annelerimizden çok şey öğrendim. Komşularımızdan bile öğrendim. Oldum olası yemek yapmayı çok severdim. Arkadaşlarımın evlerinde rahatlıkla mutfaklara girerdim. Hatta eskiden annemin günleri vardı. Günün yapılacağı evin sahibinin “Selda bize şunları yapıversin ne olur. Yetiştiremeyeceğim, çok kişi gelecek yarın,” dediği olurdu. Ertesi gün Matematik sınavı varken kakaolu kek yaptığımı bilirim. Bilmem hangi komşumuzun günü için.
Didem Elif – Severek yaptığınız için tabi.
Selda Güleç – Tabi tabi çok severek gönülden yapardım. “Bunu Selda yaptı. Pek de güzel yapmış. Maşallah,” denmesinden haz duyardım. Gazla çalışan insan tipi vardır ya hani, ben omzuma böyle hafif vurulduğunda ya da beğenildiğimde hemen mutlu olurum. Şanslıyım bu anlamda aslında. Yemek yaparak bu duyguyu çok rahat elde edebiliyorsunuz. Çünkü yemek yemek hayatımızın önemli bir unsuru ve günde en az üç öğün yemek yiyoruz. Belki gördüğünüz bir sanat eserini hemen yorumlayamazsınız ama güzel bir yemek olduğunda, hele damak tadınıza uygun bir şeyi yiyorsanız bunu yorumlarsınız. “Eline sağlık, ne güzel olmuş, tuz koymaya hiç ihtiyaç duymadık, her şeyi yerinde olmuş,” dediğinde insanlar onure olursunuz. Bu anlamda ben bunun keyfini çok yaşadım. Daha küçük yaşlardan itibaren hem de.
Daha sonra yeğenim Amerika’da ahçılık okurken onunla zaman geçirme şansım oldu. New York’da bulunan sonradan International Culinary Institude olan okulun o zaman ismi French Culinary Institute idi. Yeğenim orada okurken öğrendiklerini benimle paylaşırdı. Onun vesilesiyle ismini hiç bilmediğim yemeklerle tanıştım. Ayrıca bir şefin mutfakta nasıl hareket ettiğini, ilk kez o pişirirken gördüm. İlk risottoyu birlikte pişirmiştik mesela. Hakkını vere vere yapmıştık. Ucuz bir şarap değil, kendimiz için açtığımız güzel bir şarap kullanmıştık. Pirinç şarabı çekerken biz de kadehlerimizi yudumluyorduk. O dönem yeğenim bana stok yapmayı da öğretti.
Didem Elif – O dönem hangi yıllara denk geliyor?
Selda Güleç – Bu bahsettiğim seneler 2002-2003-2004 yılları. İşte o yıllarda yeğenimden stok hazırlamayı öğrendikten sonra; annemin tavuk suyuyla yaptığı pilavını, önceden depfreeze attığım stoklarla pişirmeye başladım. Maydonoz sapları, kerevizin yaprakları ve sapları gibi başkalarının attığı kısımları da kullanırdım. Bir kocaman kemik, bir havuç, tane karabiber filan derken stok konusunda acayip güzel lezzetler yakalamıştım. Onları kullanarak yemekler nasıl lezzetli oluyor anlatamam. “Niye ben yaptığımda böyle olmuyor?” diye insanları düşündüren güzel rahiyalar yakalıyorsunuz. Neyse bu yeğenimle olan kısmı.
Büyük kızım üniversiteye yurt dışında okumaya başlayınca, hayatımda gerçekten daha önce hiç benzerini görmediğim Berkeley diye bir yer ile tanıştım. San Francisco’nun kuzeyinde üniversite kampsüne dönüşmüş bir şehir. Burada değişik yeme-içme şekilleri, super food dedikleri daha önce hiç yemediğim bir takım gıdalar, organik marketlerle karşılaştım. Bu sefer de kızımın okuduğu dört sene boyunca inanılmaz şeyler öğrendim.
Mesela görünce hayranı olduğum Alice Waters’ın Chez Panisse diye bir restoranı var. Bu restoran için 6 ay önceden rezervasyon yaptırıyorsunuz ve herkes aynı şeyi yiyor. Size bir menü veriliyor ama sadece neler yiyeceğiniz yazıyor üzerinde, siz seçmiyorsunuz. O günün sabahında tarlaya gittiğinde hazır ne varsa pişirmek üzere planlıyor kadın sofrasını ve menü olarak size onu yazıyor. Diyelim iki kişi gittiniz, başka restoranlarda olduğu gibi ayrı iki kişilik bir masaya oturmuyorsunuz. Aynı benim de SG İmalathane’de gerçekleştirmeye çalıştığım gibi, tanımadığınız insanlarla ortak bir masada oturuyorsunuz. İşte orada sizi yemekle birleştiren enteresan bir şey doğuyor. Yemeğin ve sofranın birleştiriciliğini yaşıyorsunuz. Bu çok hoşuma gitmişti ve beni çok etkilemişti.
Didem Elif – O gün ben de böyle bir şey yapmalıyım mı dediniz?
Selda Güleç – Aslında gün gelip de imalathaneyi açmaya karar verdiğimde bunları yapayım diye tek tek düşünmedim ama imalathanenin kendi kendini eviriş şekli bütün içimde taşıdığım bu duygular ve bu ruhla oldu. Mesela İngiliz Dili Edebiyatı mezunu olarak farklı ülkelerin mutfaklarını, özellikle de okuduğum kitaplardaki yemekleri, edebiyat-mutfak ilişkisini hep içimde taşımışım demek ki; bunlar da yansıdı imalathanenin mutfağına.
İmalathane açılmadan önce ise şöyle bir şey oldu. Bugün elimden düşürmediğim Iphone telefonumu kızlarım aldı bana aslında. Anneler Günü için mi neydi galiba. Çok bozulmuştum elektronik bir şey aldılar diye. Kızmıştım hatta. Neyse bir Instagram hesabı da açmak istediler o zaman. İlk başta onu da istememiştim. Fakat büyük kızım çok ısrar etti. Dedi ki; “Anne hani böyle bir şeyi çok beğenirsin ve başkalarıyla da paylaşmak istersin hatta aklından ‘ah keşke şu da görse,’ diye geçer. Instagram böyle bir şey. Çok sevdiğin neyse fotoğraflayıp koyuyorsun ve altına da birkaç kelime bir şey yazıyorsun.” Bu kısmını duyunca kabul ettim. İşte öyle bana Instagram hesabı açtılar.
Bir süre sonra baktım; ben genelde hep çok sevdiğim bir yemeği, çok sevdiğim bir restoranı, çok sevdiğim bir meyvanın dalındaki halini çekip koyuyorum ya da işte kendi uyarladığım yemeklerin fotoğrafını çekip koyuyorum. Atıyorum annemin margarinle yaptığı poğaçayı Hindistan cevizi yağıyla yapıyorum mesela. Altına da şöyle yazıyorum: “Hindistan Cevizi yağı çok faydalıymış. Elzeimer’a ilaç olarak kullanılıyormuş. Çeşitli bildirilerde de bu yayınlanmış. Ben de denedim. Margarini koyduğunuz kadar koyunca hamur cıvık oluyor ama şu kadar koyunca oluyor mutlaka deneyin.”
Yalnız yazarken hep üçüncü tekil şahıs kullanıyordum, mutfağıma da İmalathane diyordum. Ama öyle bir şeye karar verdiğim değil. Laf olsun diye! Zaten eğer bir gün kitap yazarsam, “Laf Olsun Diye” olacak herhalde adı. Gerçi kitap yazar mıyım bilmiyorum. Öyle bir yeteneğim olduğunu sanmıyorum, o başka bir şey tabi ama nedense insanın da hep bir kitap yazarsam gibi bir his oluyor içinde.
İşte Instagram’daki hesabımda yayınlıyordum ve diyordum ki, “İmalathane bugün pazara çıktı. Pazardan şunları aldı. Getirdi. Pişirdi,” Sanki İmalathane diye biri varmış gibi. Ondan sonra birden takipçi sayım çok artmaya başladı. 45 tane arkadaşım takip ederken; 1045, 3045, 9045, 1145 şeklinde ilerleyerek takipçi sayım artıyor ve “yarın ne pişireceğimizi düşünürken bakalım Selda ne koyacak diye bekledik,” yazıyorlardı. Bu benim üzerimde öyle bir sorumluluk yarattı ki, her gün mutlaka bir şey koymakla sorumlu hissettim kendimi.
Kızlarım bana bu sefer “Anne bir bizim fotoğrafımızı koyuyorsun, arkadan kereviz fotoğrafı koyuyorsun. Böyle olmaz, sen yemeklerin için ayrı bir Instagram hesabı aç,” dediler. “Açalım. Ne koyalım adını? “E İmalathane diye yazıyorsun. İmalathane koyalım adını,” dediler. Fakat İmalathane alınmış, dolayısıyla da küçük kızım benim ismimin baş harflerini koymuş. “Açtım ben sana,” dedi “Sg İmalathane.”
Didem Elif – Çok ilginçmiş böyle başlaması.
Selda Güleç – Bir de burada şöyle komik bir durum oldu. Yer açtım sandılar. Herkes hayırlı olsun mesajları attı. Emojiden çiçekler yolladılar. Yer açıp da onlara önceden vermemişim diye bana gücenenler oldu. Ayrıca yolda yürürken çevirip “siz SG İmalathane misiniz?” ya da “Selda Güleç siz misiniz?” diye soruyorlardı. O dönem çocuklarımla ben sosyal medyanın bu kadar etkili olabileceğine çok şaşırdık. Instagram aracılığıyla bir anda Bebek’te sokakta tanınan, selamlaşılan, “Selda hanım mısınız?” diye sorulan biri haline gelmiştim. Hatta sesimi duyup da tanıyanlar oluyordu. “SG imalathane mi? Sesinizden tanıdım,” dediklerinde hakikaten şaşırıyordum. Daha bir mekanım yokken oluyordu bir de üstelik.
Bu sefer herkes “Selda bir yer tut” demeye başladı. Bir yer tut demek kolay da; baktım Arnavutköy’de, Bebek’te, Ortaköy’de kiralar acayip yüksek. O sırada öğretmen maaşım iki bin sekiz yüz küsür lira. Baktığım yerlerin kiraları ise on üç bin, on sekiz bin, otuz bin gibi rakamlar. Bunu görünce “hayatta ben bir yer tutmam. Bu işi de yapmam. Ben ticaret zaten yapamam.” demiştim. Eşim o zaman; “Sen zaten böyle bir yer açarsan aş evine dönüştürürsün Selda.” diye yorumlamıştı. Ben de ona “Bak o olabilir, aş evi açabilirim,” demiştim hatta. Sonra zaman geçti ve benim bir arkadaşım şu anda İmalathane’nin bulunduğu sokakta kendine atölye olarak bir yer tuttu. Kirası çok uygundu. “Ay ben de böyle bir şey bulsam,” oldum hemen tabi. Bu sefer onun eşi bana sürpriz yaparak yan taraftaki evin altındaki dükkanla ilgili konuşup “Tuttum Selda sana orayı,” dedi ve böylece sanal İmalathane dünyadaki mekanını buldu.
Didem Elif – Kendi kendini evirmiş demiştiniz ya en başta, aynı zamanda kendi kendine de doğmuş.
Selda Güleç – Evet ama İmalathane altı ay boş durdu çünkü ben ilk başta ne yapacağımı bilmiyordum. Lise arkadaşlarımdan bir tanesi sağ olsun beni çok motive etti bu konuda. “Bugün İmalathane için ne yaptın diye?” sorardı mesela. Hiçbir şey yapmamış olmamak için ona “Seramik baktım,” gibi pembe yalanlar söylüyordum. “Fotoğrafını at bana o zaman,” diyordu bu sefer.
Öyle böyle derken 2016 yılının Şubat ayında en yakın arkadaşımın doğum gününü kutlama vesilesiyle İmalathane’ye start verdik. Ondan sonra en yakın diyebileceğim -bende en yakın arkadaşım çoktur- yurttan oda arkadaşım (o sıralarda “ne yapsak?” sorularını, kadeh kaldırdığımız sofralarda konuşuyorduk); “Selda,” dedi, “ben burada bir Marcel Proust yapayım. Sen Madlen keklerini pişir, ben de onun hikayesini anlatayım.”
Didem Elif – Entellektüel etkinlik kısmı da böyle başladı demek.
Selda Güleç – Bu arkadaşım bizim okuldan ekonomi mezunudur ama yaratıcı yazarlık kurslarına giderken Mezunlar Derneği’nde de yazıyordu. İlk yazdığı öykü kitabıyla Sait Faik Öykü Ödülü’nü kazandı hatta. “Aradım Yaz Dediniz,” diye. Feryal Tilmaç.
Didem Elif – Evet. Feryal Tilmaç’ı biliyorum. Şahsen tanışmıyorum ama yıllar önce yazar Jale Sancak’ın Galapera Sanat’ta düzenlediği söyleşi etkinliklerinden birinde görmüşlüğüm var kendisini.
Selda Güleç – İşte bütün bu edebiyat-mutfak eşleştirmeleri Feryal’in bana o gece bunu söylemesiyle başladı. Ve biz bir Marcel Proust gecesi yaptık. Ben Proust’un sevdiği gibi balık çorbaları, Fransız fasülyeleri pişirdim. Sofrada yemek olarak onları kullandık. Üstüne Madlen kekini ıhlamurla ikram ettik. Feryal, Proust’u anlatırken Balzac ve Freud da anlattı. O kadar güzeldi ki gece bitmesin istedik. Ardından ikinci yaptığımız etkinlik Ahmet Uhri ile Umberto Eco, Prag Mezarlığı oldu. Onun yazdığı bir makale üzerinden “Prag Mezarlığı mı yemek yazarlığı mı?” dedik. Şu an her birini saymam malesef mümkün değil ama onu da belirtmezsem eksik kalır. Üçüncü yaptığımız etkinlik; Nedim Atilla ile Amin Maalouf’un tüm kitaplarıyla, Amin Maalouf’un karısının yazdığı Lübnan mutfağı kitabını eşleştirmek olmuştu. Zaten o günden sonra edebiyat-mutfak eşleştirmeleri için yaptığımız pek çok etkinliğin genelini Nedim Atilla ile yaptık.
Didem Elif – Güzel denk gelişler yaşamışsınız hep.
Selda Güleç – Evet. Mesela Ahmet Uhri nasıl girdi hayatıma biliyor musunuz? Bir Hitit Yemekleri atölyesine gitmiştim İzmir Şirince’de. Orada tanıştık. Hatta o gezide mekanın sahibi Müjde Tömbekici ile de kuzen olduğumuz ortaya çıkmıştı. Diyebilirim ki İmalathane ile birlikte mucizeler mucizeleri kovaladı. Ve ben anladım ki mucizelerle dolu bir hayat var. Bunları görmeye başlamak aslında insanın hayatındaki en büyük mucize. Her günüm yeni mucizelerle renklendi. Hayatıma her giren yeni insanla bereketlendi. İmalathane’ye her gelen bana yeni bir fikir verdi çünkü. “Seni mutlaka şununla tanıştırmalıyım. Ah aklıma şu geldi. Bak bu ne kadar yakışır buraya.” diye yaklaşıldı hep. Tanıdığım tanımadığım herkes böyleydi. Ve bugün kocaman bir İmalathane ailesi oluştu.
Kürşat Başar’ın ailemize katılmasında da yine böyle bir hikaye var. İlk başladığımda arkadaşlarımla “Neler yapsak burada?” diye düşünürken, “televizyondaki Kürşat Başar sofraları gibi entellektüel sofralar kursak, çok şık olsa, şamdanlar da olsa,” diye içimizden geçirip, bir de buna kadeh kaldırmıştık. Ama tabi o gün sevgili Kürşat Başar’ın bir gün masanın başına oturacağı ve onunla birlikte onlarca -ben artık sayısını unuttum- hem sohbetli sofra yapacağımız, hem de bir sürü Seyr-ü Sefer yapacağımız aklımıza gelmemişti. İnanılmaz güzel bir yolculuğa çıktık bu sayede. Hep mucizelerden bahsettik ya. İşte bu da mucizeydi aslında. Çünkü İmalathane’nin müdavimi olan çok sevgili dostumuz Yılmaz Hasoğlu, “Homeros” yaptığımız bir gece bana “Selda, Kürşat Başar benim gençlik arkadaşım. Acaba onunla da böyle şeyler olur mu?” diye sordu. “Yılmaz biz kadeh kaldırdık onun sofraları gibi sofralar kuralım diye. Muhteşem olur,” dediğim anda telefonla hemen kendisini aradı. “Kürşat bak sana birini vereceğim, ben harika bir yerdeyim,” dedi ve elime telefonu tutuşturdu. Her şey böyle başladı yani. Sonra da gerçekten ailemizin önemli bir parçası oldu.
İmalathane’ye gelen, birlikte aynı sofraya oturduğumuz kimse bir daha gitmedi. Hep yeni fikirlerle geldi, pek çoğuyla işler yaptık hala yapıyoruz. Bu duygumu anlatan bir hashtag yapmıştım ben; “Pişirdikçe çoğalıyoruz,” diye. Gerçekten pişirdikçe çoğaldık. Çoğaldıkça konular fazlalaştı. Hem Türk edebiyatından, hem dünya edebiyatından, özellikle -doğal olarak- İngiliz edebiyatından o kadar çok yazar ile ilgili sofralar kurdum ki. Tabi bu sofralarımın hep şık olmasına özen gösterdim. Konseptle ilgili mutlaka objeler kullandım ve manifestomdan hiç taviz vermedim.
Didem Elif – Sizin de benim gibi bir manifestonuz var yani.
Selda Güleç – Evet var. Senelerce kurumsal yapıların içerisinde çalışmış, genel müdürlüğe kadar yükselmiş şimdi benim gibi emekli bir arkadaşım demişti ki; “Önce bir manifesto yaz Selda. Buraya pek çok kişi gelecek, çalışacak, ayrılacak. Sonuçta sürekli değişen dinamik bir çevre oluşacak. İmalathane ve sen kalıcısın. Herkes senin manifestonun ne olduğunu bilmeli ve ondan taviz vermemelisin.” Dört seneyi geçtik. Hakikaten o gün yazdığım manifesto hala asılı İmalathane’de. Asla da taviz vermedim.
Hatta daha sonra bir gün Nedim Atilla bana; “Bu manifesto neredeyse Slow Food manifestosu. Sen mutlaka İtalya’ya başvurmalısın,” dedi. Ben de başvurdum. Bir Slow Food lideri oldum. Düşünsenize günler günleri böyle kovalarken nasıl durabilirsiniz ki? Mucizeler her gün sizi gülümsetirken, her gün yeni bir şey getirirken durmaya zaten imkan yok. Bu aslında bana evrenin bir hediyesi. Beni tanıyanlar bilirler, en çok söylediğim sözlerden biridir. “Ben çok şanslıyım ve evren benim koluma girdi. Daha ne olsun ki hayatımda,” hatta abartıp “ben evrenle büyük bir aşk yaşıyorum,” derim. Hakikaten buna da inanıyorum. Bazen çünkü öyle bir şey oluyor ki, böyle yüzüme bir gülümseme oturuyor. Sanki sevgiliden bir mesaj gelmiş de yüzünüzü gülümsetmiş gibi oluyor. İşte o sevgiliden gelen mesaj, bana evrenin verdiği hediyeler oluyor. Allah Allah neler anlatıyorum ben. Çok enteresan oldu anlattıklarım.
Didem Elif – Bana enteresan gelmedi desem. Hatta duyduklarım sonrası şu an ben de sevgiliden mesaj gelmiş gibi gülümsüyorum valla.
Selda Güleç – SG İmalathane böyle hikayeleri olan bir yer. Hikayeleri çok sevdiği gibi hikaye anlatmayı da seven bir kurucusu var. İngilizcede Story Teller diye bir kelime vardır. Dört senelik zaman içerisinde birbirinden habersiz, sık sık böyle bir tanımlamayla karşılaştım. Bu da beni şaşırtan ayrı bir şeydir. Hoşuma da gidiyor aslına bakarsanız böyle tanımlanmak. Bunun yirmi dört sene öğretmenlik yapmış olmakla çok büyük bir ilgisi var tabi. Öğretmenlik öyle bir şeydir ki, sabah sekiz buçukta başlarsınız akşamüstü dört buçuk olur. Bir bakarsınız sekiz derse girmişsiniz. Sekiz ayrı sınıfta, sekiz ayrı topluluğun önüne çıkmışsınız. Bütün bu süreç içinde tiyatro gibi devamlı yeni bir oyun sergilermişçesine, karşınızdaki gençlere konuşmanızla duruşunuzla her şeyinizle İngilizce’yi öğretmekten çok -ben İngilizce öğretmenliği yaptım çünkü- hayatla ilgili başka şeyler de öğretmek zorunda olduğunuzu bilirsiniz.
Biraz da bu yüzden ben İmalathane’de çok zorlanmadım sohbetli sofralarda konuk ağırlarken. Takdir edersiniz ki sofrada aslında birbirini tanımayan insanlar bir araya geldiği, kendi aralarında zaman zaman konuşmalar geçtiği ve sofrada yemek olduğu için; ilginin kolaylıkla dağılabileceği bir ortam söz konusu. Ben aynı sınıfta en arkada oturan gençlerin ilgisini çekercesine bir sınıf yönetimi uyguladığımı düşünüyorum. Bir sınıf öğretmenliği yapar gibi sofraya hakim oluyorum.
Yaptığım işi çok severek yapıyorum. Hatta hayatımda en sevdiğim hobilerimden birini işim haline getirmiş gibiyim. Ama ömrümü vakfettiğim öğretmenliğin şu andaki yaptığım işe, bugünkü duruşuma çok önemli katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Sorularınızda sormadığınız halde onu da anlatmak istedim. Her zaman şükrediyorum çünkü. İyi ki öğretmenlik bana böyle değerler kazandırmış diyorum. Ve şu da var. Eğer bir öğretmenseniz hiçbir zaman almayı bilmiyorsunuz. Öğretmenlik öyle bir meslek ki, bugünkü bilgisayar diliyle söyleyecek olursak vermeye formatlısınız. Bu pandemi süreci için bana diyorsunuz ya bütün insanlığa hizmet edecek şeyler yaptınız diye. Aslında çok doğru bir saptama çünkü canlı yayınlar tamamen bu mantıkla başladı.
Didem Elif – Evet yaptığınız canlı yayınların konularından o hissediliyordu. Canlı yayınlara birazdan tekrar geleceğim ama önce ikinci açtığınız mekan olan Kömürlük’ten bahsedelim. Sosyal medyadan takip ettiklerimden anladığım kadarıyla SG İmalathane’ye sığamadınız ve ardından SG Kömürlük ortaya çıktı. Her ne kadar daha geniş bir alana sahip olsa da mekan olarak sığamamaktan bahsetmiyorum bu arada. O da etken olmuştur belki ama bir fikrin gerçekleştikçe büyümesinden, “Biz Olmak” adına büyük bir oluşuma dönüşmesinden bahsediyorum. Ben de şu sıralar Kaş’a sığamıyorum bu anlamda aslında. Kaş için başlayan video olarak çektiğimiz Likya Sohbetleri’ni Zoom üzerinden Kaş’ın dışına çıkardım. Hatta sizinle bir de öyle bir söyleşi yapacağız kısmetse. Şimdi de orada yaptığınız etkinliklerden de biraz bahsederek, SG Kömürlük‘ün hikayesini dinleyelim mi öyleyse?
Selda Güleç – Daha çok edebiyat sohbetleri yaptığımız, sofranın etrafında toplanıp da mutfak eşleştirmeleri olmaksızın daha fazla kişiye hitap edebildiğimiz, bazen adını çay sohbetleri koyduğum, Türkiye’nin ünlü yazarlarıyla ya da işte filmcileriyle bir araya geldiğimiz etkinlikler yapıyoruz Kömürlük’te.
Kömürlük de mucizelerimden biri. Ben hep böyle bir yer hayal ederdim. San Francisco’da kızımla birlikte gittiğimiz bazı yerlerde saatlerce gittikten sonra depo bir yere ulaşırdık. Yolda giderken kızıma “beni nerelere götürüyorsun,” diye kızdığım halde; içine girince öyle beklenmedik harika bir mekanla karşılaşırdım ki, başka bir dünyaya kavuşmuş gibi olurdum. Aslında hayalimde hep böyle bir yer vardı. Fakat İstanbul’da öyle bir mekana sahip olmak imkansız ötesi yani. Dut Sokak’taki yerimiz 50 metre kare bile yok, İmalathane o kadar küçük bir yer.
Orada işte bir ada mutfağın önünde 14 kişilik, daha sonra 24 kişiye kadar uzatabildiğim büyüttüğüm masamla bir şeyler yaparken, bir gün telefon geldi bana. “Bir yer varmış bu sokakta; kiralık, görmek ister misin?” dediler. Bu sokakta adeta hayatımı geçiriyorum burada öyle bir yer yok kiralık. “Yok yok varmış,” hatta dediler “Dut Sokak’tan girip arkadan İğde Sokak’tan çıkabileceğin bir yer var.” Allah Allah nasıl olabilir böyle bir yer. “Hadi göreyim,” dedim. Gittim. 100 metre kadar ilerledim. Bir bahçe, etrafı paslı yeşil demirlerle çevrilmiş ve brandalar var. Üzerinde “Dünyanın en kaliteli kömürü” yazıyor. Allah Allah bu bahçe nasıl yani kiralık mı? Mekanın sahibi geldi. Orası aslında kömürlükmüş. Yani sobalar için kömür satılan yermiş. Bahçenin içerisinde küçücük bir kulübe vardı. Kulübenin içerisinde de tuvalete benzer bir şey. Adamcağız tepesini ondülün ile kapatmış buranın ve tahta dikmeler var. Ondülünü yerleştirebilmek için tahta dikmeler koymuşlar.
Zor zahmet çöplerin arasından -hatta Kömürlük’ün instagram hesabının ilk videosu budur- içeri girdik. Kafamı kaldırdım. Böyle dört beş metre yükseklikte olan ondülüne baktım. Etrafı inceledim. Yerler toprak, çimenler var, sarı mor çiçekler bile var içerisinde. O küçücük kulübenin içerisinde şöyle yazıyor: “Dünyanın en kaliteli kömürü.” Hala duruyor. Kulübe de hala duruyor zaten. Döndüm dedim ki adama “ben burayı kiralayacağım. Nasıl teslim edeceksin burayı? Buranın ruhsatı bir tapusu bir şeyi var mı?”
“İmar barışından yararlandık. Ben buranın etrafını çevirmiştim. Dört duvar öreceğim. Öyle kiraya vereceğim. Artık depo mu olur ne olur ama bu sokakta Selda hanım diye biri var. O görsün dediler onun için size haber ettik,” dedi. “Ben buraya iki seneliğine kontrat yaparım. Dört duvar yapmadan önce sen duvarlarını ör, sıvayı yapmadan önce yalıtım yap. Öyle bana verirsin,” dedim. “Ama sakın uçma kira olarak 2 senelik peşin vereceğim. Benim zaten bir mekanım var. Şu anda kendi kendime burada bir hayal gördüm onu gerçekleştirmek istiyorum. Bana bir cevap ver.”
Neyse üç aşağı beş yukarı anlaştık. Bu anlaşmayı yaptığımızda aylardan Ağustos’tu. O sırada benim asistanım Merve Kibar. Rahmetli çok sevgili değerli müzisyenimiz Melih Kibar’ın kızı. O da şaşırdı “gerçekten kiraladınız mı Selda Hanım?” “Evet Merve kiraladım. Bir hayal gördüm, dedim “O hayali inşallah burada uygularım.”
Arkadaşlarıma gösteriyorum herkes “delirdin herhalde Selda,” diyor. 30 Ağustos’tu. Bir mühendis arkadaşım var Zafer, inşaat mühendisi. Onu aradım. “Zafer tepede bir ondülün var. Direkler var. Burası çok güvensiz bir yer. Bana bir gelip de söyler misin nasıl güvenli hale getirmek gerekir bu direkleri kullanarak.” Zafer geldi. Baktı “Selda,” dedi “Burayı bir statikçi görmesi lazım. Ben ne desem olmaz. Ben sana statikçi arkadaşlar göndereyim.” “Olur,” dedim “nereden göndereceksin? Sen ne yapıyorsun şu anda?” “Ben MESA’nın Genel Müdürü’yüm Selda,” dedi. “Nasıl yani? Şu gecekondu sokağında imar barışından faydalanılmış bahçedeki ondülün ve tahta direklerini MESA’nın Genel Müdürü’ne mi soruyorum şu anda? İnanamıyorum. Ne zaman oldun?” gibi ilginç bir sohbet yaşadık.
Salı günü bana iki tane genç bey geldi. Zafer’in gönderdiği statikçilermiş. İşte “Ankara’dan geliyoruz,” dediler. “İşiniz mi vardı?” “Yok Zafer bey dedi diye geldik,” dediler. “Ne iş yapıyorsunuz?” dedim. İşte “biz havaalanları, köprüler onların statiklerini yapıyoruz.” Dedim ki Allahım ne şanslı kulunum. Yine o gülümseme oluştu yüzümde.
Didem Elif – :)))
Selda Güleç – O gün bana çok güzel fikirler verdiler. O tahtaları nasıl güçlendirebileceğimi, nasıl çapraz dikmelerle, demirlerle vidalayarak kuvvetlendirilebileceğimi yöntemleri ile söylediler, çizdiler filan. Ağustos ayını bitirmiştik Eylül’ün ilk günleriydi. Bizim Merve bana dedi ki, “Selda hanım biz evlenmeye karar verdik -o sırada bir erkek arkadaşı var- Ekim’in 3’ü 4’ü gibi evlenmek istiyoruz.” Dedim “bir ay var.” “Evet,” dedi “hatta burası biterse nikahımızı burada kıyabilir miyiz?” Dedim “Merve. Nasıl yetiştiririz bilmiyorum ki ama neden olmasın? Olduğu kadar yetiştiririz.”
O bir ay biz bir nikaha hazırlandık. Bu arada da herhangi bir mimar yok. Bir taşeron var orada, işte çalışan mahallenin üst sokaktaki marangozu, elektirikçisi ama süper kişilerden alınmış fikirler var. Statikçiler gelmiş hem de Türkiye’nin en iyileri belki. Onlar söylemiş ne yapacağımı. Kömürlük’ü şu andaki halinin birkaç tık altında bir hale getirdik. Merve’nin nikahı kıyıldı. Ekim başıydı, 320 kişi girdi oraya. Türkiye’nin en şahane müzisyenleriyle Melih Kibar ile Çiğdem Talu’nun ortak şarkıları çalındı. Acayip şarkılar söylendi. Müthiş bir enerjiyle başlamış oldu böylece.
İlk enerji aslında aşure gününe aitti. Daha inşaat halindeyken, kazanla aşure kaynatıp, “gelen gelsin yiyen yesin,” deyip aşure dağıttık. O da çok büyük bir enerjiydi. Bu hikayede de çok garip bir mucize var. Ben çok genç yaşlarımdan beri Bebek Kahve’de dostlarımla bir kahve içip selamlaşmayı çok severim. Tabi Bebek Cami’nin imamı da çok selamlaştığım bir kişi. “Nasılsınız hocam? Ben aşure dağıtmak istiyorum aşure gününde,” dedim. “İyi tamam,” dedi “bak caminin önünde dağıtabilirsin.” “Yok,” dedim “ben bir yer kiraladım. Oradan dağıtacağım. Bir gecekondu mahallesinde gelip dua okur musunuz aşureyi dağıtırken?” dedim. “Okurum. Ne zaman bu iş?” dedi. “Salı günü aşure günüymüş o gün yapmak istiyorum. Hangi saatler size uygun olur?” diye sordum. “O gün benim izin günüm istediğiniz saatte gelirim,” dedi.
Aşure günü yaptık. Bebek caminin imamı duasını yaptı. İlahiler okudu. Ondan sonra ben öğrendim ki zaten Mimar Sinan Üniversitesi’nde konservatuvarda doktorasını yapıyormuş. İlahiler üzerineydi galiba. Ne kadar şanslı olduğumuza bakar mısınız? Açılışı böyle Türkiye’ye mal olmuş müzisyenlerin olduğu bir nikahla oluyor ve aşure gününde doktorasını konservatuvarda yapan Bebek Cami imamı duasını okuyor. Kömürlük’ün o enerjisi hiç inmedi, hep yükseldi.
Kömürlük’ün bir de trabzan yaptırma hikayesi var gerçekten inanamazsınız.
Halatlarla trabzan yapalım, insanlar düşmesin diye halatlar aldım nalburdan. Bizimle beraber çalışan Nuri bey var. Bizim taşeron. “Nuri,” dedim “Sen böyle geçir halatları, benim İmalathane’de işim var. Bitirince gelip bakarım ben.” Nuri bir saat sonra telefon açtı. “Selda hanım bitti,” dedi trabzan. “Nuri, sen bir saatte o halatları kim bilir nasıl geçirdin? İçinden düşecek çocuklar,” dedim. Bir gittim ki? Tesadüfen yoldan biri geçiyormuş. Kafasını kapıdan içeri sokmuş. “Ne yapıyorsun sen?” demiş. O da “Halatlardan trabzan yapıyorum,” demiş. “Ne burası?” diye sormuş. “Etkinlik yapacaklarmış,” demiş Nuri de. “Dur ben yapayım sana,” demiş. İnanamazsınız. Görmelisiniz. Ben gittim baktım şok oldum nasıl olabilir böyle bir şey diye. Adam nereden biliyormuş böyle bir şey yapmayı? Gemiciymiş. Düşünebiliyor musunuz? Nuri trabzan yapacak halatlardan, yoldan bir gemici geçiyor ve trabzanı örüyor. Hepsi mucize.
Didem Elif – Bunlar bana şunu hatırlattı. Sizi yeni takip etmeye başladığım zamandı sanıyorum. Pandemide dışarı çıkmıştınız. Doğanın içinde o an çekim yaparken gökyüzünde birden gökkuşağı görmüştünüz ve doğal bir şekilde şaşırarak büyük bir sevinç yaşamıştınız. Kendiliğinden gelişen o an çok hoşuma gitmişti ve ben paylaşımınıza yorum olarak “insan kalpte olunca yaşam ne kadar mucizevi,” diye yazmıştım.
Selda Güleç – Eveeet Earth day için video çekiyordum. İşte tam da anlattığım bu. Mucizeler öyle şaşırtıcı ki. Sevgiliden gelen mesaj, hediye, sevindiren herhangi bir şey gibi. Tek farkı bu sevgilinin bir bedeni yok ama hep orada, her an hissettiriyor kendini. Ve onu hiç üzmek istemiyorsunuz. Küçücük gereksiz bir kaprisle veya isyanla. Ya da sorumsuz bir davranışla. Yere çöp de atamıyorsunuz örneğin, bir çocuğun başını okşamadan da geçemiyorsunuz.
Didem Elif – Ben de yazarak o sevgiliyi anlatmaya çalışıyorum kendi dilim döndüğünce. O yüzden çok hoşuma gitti söyledikleriniz.
Selda Güleç – Gerçekten mi? Anlattıklarım garip gelebilir diyordum içimden ama yine de anlatmaktan vazgeçmeden.
Didem Elif – Yok hiç garip gelmedi. Tam da bu noktada canlı yayınlara geri dönelim. Yine anlatmaktan vazgeçmediğiniz için doğdu zaten demin değindiğiniz gibi tamamen verme duygusuyla.
Pandeminin ardından dünya öyle bir şeyle karşı karşıya kaldı ki. Mart’ın 15’inde benim kapılarımı kapattığımı düşünecek olursak; öncesinde inanılmaz yoğun bir dönem beni bekliyordu. Hem İmalathane’de hem Kömürlük’te; etkinlik, çekim, buluşma, toplantı gibi bazen günde birkaç programın olduğu bir sürü organizasyon vardı. Hızla hepsini iptal ettim ve bir yazı yayınladım. “Olağanüstü haller geçinceye, gönül rahatlığıyla bir araya geleceğimiz zamana kadar kapalıyız,” diye. Ondan sonra da hepimizin başına gelen evde kaldığımız -siz ev hapsi gibi ifade etmişsiniz- dönem başladı.
Pandemi ile ilgili alınması gereken bir sürü önlemler vardı. Whatsapp gruplarında ve televizyondaki yayınlarda pek çok şey konuşuluyordu. Maske takmalı mı takmamalı mı, hasta olan mı maske takmalı, ne yemeli, ne içmeli, ne önlemler almalı, el şöyle yıkanmalı, 20 saniyede musluğu kapatarak suyu fazla sarf etmeden dirseklerinize kadar yıkanmalı ve bunun gibi…
Bunları seyrederken bir Slow Food lideri olduğum için yeme içme üzerinden mutfak ile ilgili bir şeyler yapmak lazım dedim. İnsanların evde bol bol yemekler pişirdiği bir dönemdi. Pek çok artan yemekler ve atık malzemeler olduğu için kompost çöple ilgili bir program yapalım istedim. Evimizde bu konuyu en basit şekilde halledebileceğimiz; hem en basit dille anlatabileceğimiz, hem de kolaylıkla yapılır hale getirebileceğimiz bir şey oluşturduk sevgili arkadaşım Şeniz ile. O da pandemiyi evinde oğluyla geçiriyor. İçine eğer oğlunu da katarsak, evinde çocuklarıyla kalan ailelere müthiş bir örnek olur diye düşündük.
Marketlerden delice alışveriş olmuştu hani en başta. O delice alışveriş çok doğru gelmedi. Az malzemelerle yemekler yapmayı insanlara öğütleyelim dedik. Ben en fazla üç malzeme ile yapılabilecek bir sürü yemekler listeledim. İmalathane ve Kömürlük hesabından başka Instagramda bir de Slow Food İmalathane İstanbul diye bir hesabım var. Kendimiz pişirerek devamlı az malzemeli yemekleri anlattığımız video çekimleri yayınladık. Slow Food’da “Arkadaşım biber, arkadaşım salatalık, arkadaşım domates” diye bir projemiz vardı. Öğrencilere saksılarda kendi sebzelerini yetiştirebilmeleri ve onların gelişimini izlemeleri için yazılmış bir projeydi bu. Birden bire onu hayata geçirip balkonu olanlara -ya da penceresinin bile önünde olabileceğini söyleyerek- balkon bostanları yapmalarını önerdik.
Bunlar hep böyle canlı yayınlarla oldu. Sadece önermek değil neler yapabileceklerini de göstermek istedik. İşte ektiğimiz tohumların çıkmış hallerini göstererek, “Nasıl tohum ekilir?” diye anlatarak çok samimi canlı yayınlar yaptık. Çok şükrettiğim bir şey var. O da etrafımdaki dostlarım, imalathane ailem. Canlı yayınlarda çok yüksek oranda izlenmeler oldu.
Yemekler pişirdik. Geleneksel anneanne yemeklerini, evde yapılabilecek yemek pişirme tekniklerini anlatarak farkındalık yaratmaya çalıştık. Slow Food’da yaptığımız çalışmalarda bugüne kadar ulaştığımız insan sayısından kat be kat daha fazla insana ulaşabildik. Pandeminin bu yararlı bir hali diyebilirim çünkü herkes tarıma toprağa ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu ya da evimizde çöplerimizi ne yapmamız gerektiğini öğrendi. Öyle bir çöp birikiyor ki. Üç öğün evde kalarak evde yemek pişirince bu tür farkındalıkları pandemi insanlara doğal olarak getirmişti. Biz de bunlara çözümler neler üretebiliriz tarafından bakmaya çalıştık.
O arada da ben canlı yayınlarda kimlerle konuşabilirim, yine pandemi hakkında nasıl bilinçlendirmeler olabilir diye düşünürken, zaten iptal ettiğim etkinliklerin içerisinde Murat Yankı vardı. Sevgili Murat ile görüştüm dedim ki “Murat sen bir tarihçi değilsin ama biliyorum ki çok keyifle anlatıyorsun. Bize bugüne kadar dünyada yaşanmış eski pandemileri anlatır mısın?”
Böyle bir Cumartesi sabahı sohbetleri oluşturduk Murat ile. Harika oldu. İnsan geçmişi bilmez ise, gelecekle ilgili neler yapacağını pek tahmin edemez düşüncesiyle; eski pandemilere, Murat’ın espirili ve birazcık da tarihin dedikodusunu yaparmışçasına yaklaşımıyla baktık. Hititlerde, Sümerlerde, Anadolu coğrafyasında ve dünyada yaşanmış tüm pandemilere farklı bakış açılarıyla yaklaştık. En çok keyif aldığım canlı yayınlardan biri oydu.
Bu arada da pandemi yüzünden evde kaldığımızda en başında Kürşat Başar’a da canlı yayın teklif etmiştim. O zaman o da bana demişti ki, “ben görüyorum senin yaptığın canlı yayınları, bak ne güzel ekşi mayalı ekmek atölyeleri yapıyorsunuz, herkese evinde ekmek yapmayı öğretiyorsunuz, çöp yapıyorsunuz, çöpü ne yapsınlar anlatıyorsunuz, az malzemeli yemekler filan bunlar çok doğru şeyler, pandemide bu müthiş bir hizmet ama ben bu kadar çok insan ölürken çok iyi hissetmiyorum kendimi. Çok sıcak bakmıyorum Selda,” dedi. Ben bir daha hiç ilişmedim Kürşat beye hadi yapalım mı diye.
Daha önce mekanımızda Genco Gülan ile harika etkinlikler yapmıştık. Kendisi benim Boğaziçi Üniversitesi’nden arkadaşım zaten. Genco süper bir fikirle geldi. “Selda Dali’nin doğum günü yaklaşıyor. Kömürlük’te yapacağımız Doğum Günü etkinliğini Zoom üzerinden yapalım,” dedi. Ben de dedim ki “O zaman Genco bende Dali’nin bir yemek kitabı var. O yemek kitabından yemekleri şefime söyleyeyim. Tariflerini vereyim daha önceki araştırmalarımdan. Yemekleri pişirelim videoya çekelim ve insanlara tarifleri gönderelim. Diyelim ki herkes evinde bunlardan pişirsin sofraya oturduğumuzda aynı şeyleri yemiş olalım, aynı sofrada hissedelim kendimizi.”
Zoom’u hiç hayatımızda kullanmamışız. Böyle bir Zoom toplantısıyla Dali’nin doğum gününü kutladık. İnanılmaz keyif aldık. Hepimiz kendimize bıyıklar çizdik. Genco ile ben Dali gibi giyindik. Herkes evinde o tariflerden yemekler yaptı. Pasta bile üfledik. Bunu yaptıktan sonra bende şimşekler çaktı. Biz sohbetli sofralarımızı niye Zoom üzerinden yapmıyoruz? diye düşündüm. Hem de herkes yemek yaparak yoruldu. Öyle bir şey yapalım ki, mutfağa girelim, maskelerimizi takalım, insanların gönülleri rahat olsun diye evlerinde son 20-25 dakikalarını harcayacakları bir hale getirelim. Yemekleri gönderip böyle bir sofra kuralım. Bu şekilde SG Yarım Yamalak fikri ortaya çıktı.
Ondan sonra Kürşat bey dedi ki “Yine ne hayaller kuruyorsun? Nasıl olacak bu Selda?” “Valla,” dedim “Süper olacak belki de dünyada emsali olmayacak.” “E hadi sen planla bakalım,” dedi. O sırada işte canlı yayınlara da ikna ettim. Arka planda yemeğin planlamasını yaparken canlı yayınlara başladık Kürşat bey ile. Çünkü dedim ki “İnsanlar evde olmaya biraz alıştılar ve moral de gerekiyor. Sizle sohbetlerimizi özlemişlerdir. Bir deneyelim.” O da hiç hayatında Instagram’da canlı yayın yapmamış. Bana da zaten pandemi sırasında kısmet oldu. Daha önce yapmamıştım. Öyle başladı.
Çok güzel canlı yayınlar yaptık. Hatta en son canlı yayınımızı yine Kürşat bey ile bitirdik. O kadar çok insandan “ah keşke bitmeseydi, son canlı yayın da hepsinden daha güzeldi sanki. Biz evimize misafir etmiş gibi hissediyorduk sizi, hep birlikte ailecek oturup izliyorduk,” gibi yorumlar aldık. Ama tabi ki her güzel şeyin bir sonu olmalı. Yeni planlar vardı. Herkesin çocuğunun sınavları bitirince, yaz sezonunda tatili yakalama planları vardı. Keza bizim de Seyr-ü Seferlerle ilgili planlarımız vardı. Canlı yayınları sona erdirdik. Kısaca canlı yayınlara dönüp baktığımda sizin de dediğiniz gibi çok fazla pandemi sırasında yapılması gereken şeylere değinmişiz. Bunlarla ilgili samimi sohbetler yapmışız. Aslında birbirimizi de bu sıkıntılı dönemde oyalamışız gibi hissediyorum. Hani eğlemek fiili vardır ya. Ona benzetiyorum bu durumu. Ben kendi adıma verimli geçirdim. Çünkü canlı yayınlardan önce mutlaka bir araştırma yaptım. Heyecanla o saati bekledim, sonrasında paylaştım. Ben çok hoşlandım.
Didem Elif – Şimdi tüm hikayeyi dinleyince görüyorum ki başladığınız zamandan bu yana epeyce yol almışsınız. SG İmalathane’ye başlarken üretimlerinizin bu noktalara geleceğini düşünmüş müydünüz peki? Yoksa kalbinizin sesini dinleyerek yol aldınız ve hayallerinizin ötesinde yerlere mi ulaştınız? Merak ediyorum doğrusu.
Selda Güleç – Evet kalbimin götürdüğü yere gittim hep. Kimseyi dinlemedim. Hayallerimin ötesine ulaştım, ulaşıyorum. Daha da çok ulaşacağım yer var gibi hissediyorum. Benim çok fazla fedarkarlık yaptığımı söyleyenler oldu. Bir sürü konuda. Birlikte çalıştığım ekibimle ilgili ya da gerçekleştirdiğim etkinliklerle ilgili. “Bu kadar fazlasına gerek yok,” dediler. “Peki nereye kadar bunun bir ticari karşılığı olmadan idare edebilirsin ki?” dendiği de oldu. Bu soruların, bu söylemlerin hiçbirini dinlemedim. Özellikle ticari anlamda söylenenleri.
İmalathane’yi kurarken bana destek olan onlarca kişinin içerisinden çok sevgili bir arkadaşımın sözleri gelir böyle zamanlarda hep aklıma. Yine bir teklif vermiştim. O teklifle ilgili sıkıntı yaşarken “Selda, herkesin kazancı farklıdır. Bazısı cebine koyduğu parayla, bazısı da insanların yüzünde oluşturduğu gülümseme ile kazancını ölçer. Senin için buradan ayrılan insanların gülümsemesi ve mutluluğu kazanç. Onu kimse anlayamaz. Özellikle kazancı, cebine para olarak koyduklarıyla ölçenler anlayamazlar. Takma, takılma.” demişti.
Bu sözü hiçbir zaman unutmadım. O arkadaşımı göremiyorum artık ama bu sözü benim için çok etkileyiciydi. Mesela yine onun söylediği bir laf var. Daha ilk İmalathane ile ilgili çalışmalar yaparken “Bir gün burası entellektüellerin buluşma noktası gibi bir yer olacak,” demişti. Ben bunu o kadar çok hissediyorum ve o kadar çok yaşıyorum ki. O auranın içerisinde; bir bakmışım yanımda Nazlı Eray, Ayşe Kulin, Kürşat Başar. İşte Tuluğhan piyano çalıyor bizim orada filan. Olacak şey değil! Hakikaten entellektüellerin bir buluşma noktası oldu.
İnsanlar ne için para kazanırlar? Mutlu olmak için değil mi? Neyle mutlu olacaklarsa odur aslolan. Mesela çok paranız olur ve yapmak istediğiniz şeyler nelerdir? Seyahat etmektir. İstediğiniz yerlerde yemek içmektir. Hayaliniz neyse… Benim özellikle oturup kurduğum bir hayal olmasa da; içimde hep sanatla, yemekle, kitaplarla, edebiyatla çok vakit geçirmek vardı. Çünkü İngilizce Öğretmenliği yaptığım sırada aslında edebiyatla çok ilgilenemedim. İngilizce öğretmek bambaşka bir şey çünkü. Bugünleri bekliyormuş. Demek ki içimden çok büyük bir niyet etmişim belki de.
Tabi şu da var. Emek çok önemli. Tasavvufta “En büyük dua emektir,” denir ya. Oturup istediğiniz duayı edin ama ulaşmak istediğiniz şeylere emek harcamazsanız o dua olmaz. Kavuşamazsınız o duada istediklerinize. Bu böyle sözle “Allahım bana şunu da ver. Şu da olsun,” gibi bir şey değildir. İstediğiniz şeyler için mutlaka emek vermeniz gerekir. Sağlığı da isterken böyle. Varlığı da isterken böyle. İşte benim gibi varlığı başka türlü yorumluyorsanız onu isterken de emek çok önemli. Ben emeğimi hiç esirgemem. Emek gibi bile görmem. Üstün Dökmen’in bir konferasında; “Kendinizi tanımlamak için, üç saniye içinde ilk aklınıza gelen kelime nedir?” diye sormuştu. Benim aklıma ilk gelen şey çalışkan olduğumdu.
Ben çalışkan biriyim. Bu insana verilen büyük bir ödül. Çalışkan olayım diye olmuyorsunuz. Bir şekilde mayanız böyle oluyor. Kaç kere geliyoruz dünyaya. Eğer reenkarnasyon diye bir şey varsa; ben bu dünyaya hani “given,” denir ya, bir şeyler bana bahşedilerek gelmişim diye düşünüyorum. Onun için de her küçücük anda -saniyenin kaçta biri anlarda bile- hep şükür içindeyim gerçekten. Bu şükre layık olmak; biraz önce de dedim ya, bir sorumluluk. Her adımınızı atarken doğruyu yapmakla ilgili bir sorumluluğunuz oluyor. Benim şükrümün içinde hep böyle bir şey var.
Didem Elif – Benim dikkatimi çeken özellikle çocuklarla yaptığınız özel projeler vardı. Sağlıklı beslenme konusundan başlayarak her anlamda çocukları ve gençleri bilinçlendirme üzerine yapılan çalışmaları çok kıymetli buluyorum. Verdiğiniz emeğe bakınca zamanında öğretmenliği de yine severek yaptığınız intibasını taşıyorum bu yüzden. Sonuçta öğretmenlik bildiğini aktarmaktır. Yine bir canlı yayınınızda sizden duyduğum bir cümle vardı. “Sahiplenmekten çok paylaşmaktır bir coğrafyaya kıymet vermek,” demiştiniz. Ne anlatmak istediğinizi burada da paylaşır mısınız? Ev hapsinden çıkabilir hale gelmiş olsak da pandeminin hala etkisini yaşadığımız zaman diliminde, bu cümleleri büyütmenin ve şurada bir yere kazığını çakmanın çok anlamlı olacağını düşünüyorum.
Selda Güleç – Bu soru benim için çok anlamlı. Neden anlamlı? Sarf ettiğimi çok fark etmediğim bir cümleyi siz fark edip onu kaydetmişsiniz. Tekrar bu cümleyi hem de yazılı halde görerek okumak, bunu söyleyebilmiş olmak çok hoşuma gitti. Benim anlattıklarım; canlı yayınlarda da, İmalathane’de, yaptığım şeylerde de öncesinden hazırlanmış metinlere dayalı değil. Hayatımın içinde olan şeyleri anlatıveriyorum. Pek çok kişi kendine yazı hazırlar. Onu birkaç kere okur. Hatta işte topluluğa hitap etmeden önce sanki karşısında bir topluluk varmış gibi onu ezbere söylemeye çalışır. Ben öyle yapmıyorum. Bana bir metin verilirse ya da bir şeyleri yaz da onları söyle denirse de söyleyemiyorum.
Öğretmenliğim sırasında çeşitli törenlerde, eğitimlerde hep böyle bir konuşma fırsatı doğduğunda da aynı şey oldu. Devlettte çalıştığım için, orada yazınızı önceden teslim edersiniz. Onay alınır ve o onayla birlikte onları söylemek durumunda kalırsınız. Bana o görev verildiğinde ben bir şey yazardım ve verirken derdim ki “Bunu veriyorum ama ben bu yazdıklarımı söylemeyebilirim. Zaten okumayacağım ve o anda aklıma gelen pek çok şey ilave olabilir.” “Olsun Selda hanım onayını biz alalım da, siz gönlünüzden geçeni konuşursunuz,” derlerdi. Ya da bana şu konuşmayı yap, bunları söyle denip elime bir metin verildiğinde de; bu kadar çok konuşmayı seven ben, bu kadar anlatan ben onları söyleyemezdim.
Onun için bu cümleyi çıkartmanız çok hoşuma gitti. Hani “Bu kazığı buraya çakalım,” demişsiniz ya. Hakikaten çakılacak bir kazık olduğuna hemfikiriz sizinle. Her şey paylaşmaktan geçiyor. Yediğinizi, içtiğinizi, düşüncelerinizi, hayatın size verdiği güzel şeyleri. Bunların hiçbirinin maddesel olması şart değil, madde ya da madde olmayan soyut ya da somut. Her şeyi paylaşmaktan geçiyor hayat bence. Bu coğrafyayla ilgili söylediğim şey de, aslında yine anılarımdan birinden kaynaklı. Ben hiçbir toprağın, hiçbir binanın birilerine ait olduğunu; birilerinin onlara sahip olduğunu düşünen biri değilim. Bu kendi evimle ve arabamla ilgili bile aynı. Çocuklarıma da hep bunu söylemişimdir. Bunu anlatmışımdır. Hiçbir şeyin sahibi yok bu dünyada.
Eğer sahip olduğunuz şeyler, sahip olduğunuzu sandığınız şeyler -ülkenizin coğrafyası da buna dahil- başkalarıyla paylaşılırsa değerli. Harika ürünler olan bir tarlanız olsa ne olacak, hiçbir ürününü paylaşmıyorsanız. Mesela Antakya diyelim. Antakya ne kadar özel değerlere sahip. Ne kadar çok kültürleri barındırmış. O çeşitliliği yaşayan özel bir yer. Antakya eğer kalkıp da; “Buradaki ürün bizimdir. Buradaki yemek bize aittir,” derse bunun bir anlamı yok ki. Eğer bu çeşitliliği, oradaki yemeği, oradaki kiliseyi oradaki sinegogu, oradaki mozaikleri dünyaya tanıtabiliyorsa, bunu dünyaya anlatabiliyorsa, dünyaya o yemeğin tarifini açabiliyorsa, o mozaiği orada bir çalışma yapıp dünyanın görebileceği hale getirebiliyorsa orası Antakyadır. Dolayısıyla sahiplenmekle değil paylaşmakla değer katarsınız diye düşünüyorum ben. Hayattaki her şeye.
Çok enteresan bir şey olmuştu. Benim iki kızım da binici. Milli biniciler. İlk milli olduğunda büyük kızım Balkan Şampiyonası için Yunanistan’a gitmişti. Ben de ekipten birkaç gün sonra gitmiştim. O arada kızım bana telefon etti. İlk defa Yunanistan’a gidiyor. “Anne biliyor musun? Bizi götürdükleri bütün restoranların menülerinde Türk yemekleri var. Hepsinin arkasına bir “i” takmışlar. Resmen yemeklerimizi çalmışlar. Cacık bile burada cacıki. Bir de onların yemeğiymiş gibi söylüyorlar.”
Dedim ki “Elifcim niye çaldıklarını düşünüyorsun? Bak ne kadar kısa sürede ulaştınız Selanik’e? Ne kadar yakın Türkiye’ye. Aynı topraklarda yaşıyoruz. Hatta aynı kültürü paylaşmışız. Aslında Türkler Orta Asya’dan göçen bir kavim. Ege bölgesine çok uzaklardan gelip yerleştiklerinde belki de Türkler onlardan öğrendiler. Ondan sonra onlarla paylaşarak benimsediler. Biz ortak coğrafyanın ortak kültürün insanlarıyız. Niye bizim ya da onların diyelim ki? Hepimizin diye düşünsene,” dedim. “Bu çok mutlu edecek bir şey. Aaa bizim cacıktan burada da var diyeceksin. Sadece sonuna i takılmış biraz da susuz yapılmış diyeceksin.”
Sonra seneler sonra kızım üniversite başvuruları yaparken, her üniversiteye ayrı essaylar yazıyordu. Her birine yazdıktan sonra bana mutlaka okutuyordu. İngilizcesini düzelteyim ya da doğru bir şey yazmış mı kontrol edeyim diye. Bir gün bir baktım George Town Üniversitesi’nin sorularından birine bu anısıyla cevap vermiş. Çok etkilenmiştim. O gün orada o cümleyi ettiğimde çocuğumun dünyasına bir şey çaktığımın farkında değildim aslında. Çok mutlu olmuştum.
Didem Elif – Bu arada bu sözleri benimle paylaştığınız sırada yaşadığımız anı okuyucularımızla paylaşmak isterim. Selda hanım tam Antakya’dan bahsettiği sırada, Antakya Seyr’ü Sefer dostlarından Şebnem hanım kendisine mesaj attı. Aşağıdaki videoyu göndermiş.
Selda Güleç – İşte bu mucize değil de ne?
Didem Elif – Ben kalpten giden sevginin ışık hızından hızlı karşı tarafa ulaştığına inanırım. Bu da ona örnek oldu. Kalplerde buluşuluyor kesinlikle.
Selda Güleç – Vallahi öyle. Harikaymış bu söz.
Didem Elif – Bu arada sahip olmakla ilgili az önce söyledikleriniz Halil Cibran’ın Çocuklarınız Sizin Çocuklarınız Değil şiirini hatırlattı bana. Çok severim ve bu şiirin anlattığı gibi çocuklarımızın bile sahibi olmadığımızı düşünürüm.
Selda Güleç – Ben de o şiiri çok severim. Her okuduğumda ilk kez okur gibi hissediyorum. Hele son sözlerinde tüylerim ayağa kalkar, yine kalktı.
Didem Elif – Ayy aynen. 🙂
(Sohbetimize ara veriyoruz. Selda hanım videoyu gönderen Şebnem hanımı arıyor.)
Didem Elif – Geçen sene; yeme-içmeden tutun edebiyat, felsefe ve sanat sohbetleri içeren kültür etkinliklerinizi İstinye’deki mekanlardan çıkarıp Türkiye genelinde Karadeniz’den Akdeniz’e farklı şehirlere de taşıdınız. Sizin tabirinizle Seyr-ü Seferler düzenlediniz. Bir gün Kaş’ta da gerçekleştirirsiniz umarım. Hani az önce öğretmenlik bildiğini aktarmaktır dedim ya. Bazen de yine aktarmak için bilgiyi sürekli çoğaltırsınız. Bir açıdan öğrenmeniz hiç bitmez. Bu anlamda Seyr-ü Seferler bir yolculuk haliyle gerçekleştiği ve yöresel etkinlikler olduğundan, sadece konuklarınız değil sizin için de etkisi kat be kat fazla oluyordur eminim ki. Bütün yaptıklarınızla her şeyden önce Türkiye’nin dört bir yanında çok güzel anılar biriktiren ve gitgide büyüyen bir aileye sahip olduğunuz çok net. Bunun yanısıra bu yolculukların size kattıkları neler sizce? Bir de geçen seneden gerçekleştirmeyi düşündüğünüz Seyr-ü Seferler belki iptal oldu ama korona tedbirleri alarak yeni Seyr-ü Seferler planladınız. Bu akşam başlıyorsunuz. Başkaları da olacak mı?
Selda Güleç – Tam da anlattığınız gibi nasıl bir aile olmuşuz ki, tam Seyr-ü Sefer sorusunda yine mucizevi bir şey oldu. Az önce telefonla konuştum Şebnemle. Diyor ki “İncesaz’ı çağırdık. Çocuklar ‘hadi eğlenelim,’ dediler. Biz de bir köşede karşıdan onları izlerken İncesaz yanımıza geldi. ‘Geçen sene gelen grup bu sene niye gelmedi?’ diye sordular. ‘E işte salgın var ya nasıl gelsinler?’ dedik. ‘Onlara bir şarkı söylesek de videoya çekseniz gönderseniz,” demişler. İncesaz demiş yani. Ailede evet Şebnemler var da. İncesaz da aileden olmuş esas enteresan tarafı bu yani.
Evet dört bir yanı dolaştık. Geçen sene ilk Giresun’la başladığımızda, orada da yerel müzisyenler eşlik etmişti. Hiç aslında planımız da böyle bir şey yoktu. Gittiğimiz yerlerin hayatının içerisinden geçmeyi çok seviyoruz. Bu arada yine benim laf olsun diye söylediğim bir şey Seyr-ü Seferler. Adını hususiyetle oturup koymuş filan değiliz. Hadi bakalım Seyr-ü Sefer zamanı diye konuşurken Giresun gezimizin ilanını yapacağımızda “aramaya ne gerek var, Seyr-ü Sefer diyelim,” dedik. Öyle ismi Seyr-ü Sefer oldu.
Hep şunu söylüyordum. Biz gittiğimiz yerlerde oradaki insanlarla iç içe geçmeliyiz. Masamızda, soframızda oradaki insanlar olmalı. Çiftliklere gitmeliyiz. Onlarla aynı sofralara oturmalıyız. Ama böyle ha denince de bir çiftliğe gidemezsiniz. Nasıl gidersiniz? İşte o kadar şanslıyım ki. Hakikaten bunu yaşayabildik. Antakya’da iki çok önemli aile var. Mursaloğulları bunlardan bir tanesi. Aşiretler. Diğeri de Behzatoğulları. Birbirlerinden kız almışlar vermişler. Bu seyrettiğiniz şey Mursaloğulları çiftliğinde gerçekleşti. 1921 gibi bir yılda Atatürk’ün gittiği çiftlikler bunlar. Traktörün üstünde resim çektirdiği çiftlikler.
Çok enteresan bir şey olmuştu. Antakya Seyr-ü Seferimizden Instagram’a bir fotoğraf koyacağım. Duvarda bir Atatürk resmi vardı. Kürşat bey kafasını çevirmiş fotoğrafa bakarken bir kare yakalamıştım. Bu kareyi paylaşmak istedim. Altına bir yazı yazayım derken, Google’da araştırdım ve Atatürk’ün bir sözü çıktı karşıma. O kadar ilginçtir ki o an. Fotoğrafın altında paylaştığım söz şöyleydi:
“Çiftlikler gezdik, çiftliklerin sofralarında bulunduk, sohbetler ettik, emekleriyle meydana gelen ekmeklerini, yemeklerini beraber yedik, hasatlarına katıldık.. Gençlerin aileleriyle birlikte topraklarına nasıl sahip çıktığına, güncel bilgilerini baba topraklarında nasıl yararlı hale getirmeye çalıştıklarına şahit olduk. Ve sonra bir de baktık ki bunları yaşarken hissettiklerimizi Ulu önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK seneler seneler önce Adana çiftçileri tarafından şerefine düzenlenen yemekte şöyle ifade etmiş: “Diyebilirim ki hayatımda yaşadığım en yüce, en sade, en mutlu ve samimî gece, bu gecedir. Çünkü bu gece, çok derin saygılarla, sevgilerle bağlı bulunduğumuz milletimizin büyük çoğunluğunu oluşturan çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada, onların emekleriyle meydana gelmiş ekmeği onlarla beraber yiyiyoruz.” 1923 (Atatürk’ün S.D.l 1, s. 116)
İşte o sofrada bizim tam da hissettiğimiz buydu. O çiftçilerin sofrasında, o buğdaydan yapılmış ekmeği onlarla birlikte yiyorduk. Biz ekmeği değil, emeği paylaşıyorduk. Bu çok özel bir duyguydu. Atatürk’ün bu sözü seneler önce aynı topraklarda hissedip söylemiş olması inanılmazdı. İşte o fotoğrafın altına bu yazıyı koymuştum. O çok ilginçtir.
İşte dedim ya Seyr-ü Seferlerde, gittiğimiz yerlerin hayatlarının içinden geçiyoruz. Oradaki insanlarla tanışıyoruz, kocaman bir aile haline geliyoruz. Tabi pandemi bu Seyr-ü Seferleri yapabileceğimiz ile ilgili umutlarımızı yitirmemize sebep olmuştu. Fakat evren hareketi sever, adımları sever, adım atanı sever. “Acaba yapsak mı? Yok canım imkansız,” dediğimiz zamanlardan birinde; enteresan bir şekilde İstanbul’daki Zorlu Alışveriş Merkezi’ndeki Zanzibar’dan teklif geldi. “Bizim açık havalı olan mekanımızda sofranızı kurar mısınız?” dediler. Garip bir teklifti. Bir restoran aslında. Müzik yapılan bir yer ama müzik yapmak şu an yasak.
“Olur mu olmaz mı?” diye düşünürken; “Hadi,” dedi Kürşat bey. “Küçük adımda bir Seyr-ü Sefer olsun bu. İmalathane kapalı ama orada bu şekilde yapabiliriz.” Ben de o zaman şöyle düşündüm: “Eğer yaparsak öyle bir sofra yapmalıyız ki, örnek bir sofra olmalı. Yani dışarıda yemek yemek isteyenlerin ne koşullar altında, arada nasıl bir mesafe bırakarak, hijyen koşulları nasıl olacak, yemekler nasıl sunulmalı gibi konuları insanlara gösterebileceğimiz, başkalarına örnek olabileceğimiz bir sofra kuralım.” Gittim görüşme yapmaya. Önce orada deneme bir sofra kurdum. Kısmetse de bugün ilk defa bunu canlı olarak gerçekleştireceğiz.
Çok titizleniyorum gerçekten. Orası bir restoran ama yemekleri ben kendi mutfağımda hazırladım. Bugün de tamamlayacağız. Yemekleri oraya taşıyacağız. Çok garip ve değişik bir yaklaşım olacak yani. Sous Vide tekniği denen bir teknik var. Özellikle her şeyi pişirebiliyorsunuz ama balık falan pişirirken çok iyi sonuçlar alınıyor. Vakumlanıyor pişireceğiniz şeyler. Özel bir poşete ve belli bir sıcaklıkta uzun saatlerde pişiriyorsunuz. Bu yöntemle her taraf eşit pişiyor. Bir tarafı az pişmiş, ya da fazla pişmiş, yanmş filan olmuyor. Sous Vide makinamı götüreceğim yanımda ve herkesin önünde pişirip içinden çıkarıp tabaklarına koyacağım. Kimse içeride acaba bu nasıl yapıldı diye bir kaygıya düşmeyecek.
Bu küçük adımdan sonra, adımları biraz daha büyütüp, madem evren hareketi sever; Alaçatı’ya doğru, sonra da Bodrum’a gidelim dedik. Şu anda üç tane ardı ardına programımız var. Hepsini son derece özen göstererek planlamaya çalışıyorum. Defalarca bununla ilgili “Acaba mı?” diye tartıştık Kürşat beyle. Maksimum 12 kişinin oturacağı uzun sofralar planladık. Yine yemekleri ben oluşturdum. Gittiğimiz yerde mutfağa girerek SG Yarım Yamalak menülerinden hazırlayacağız.
Didem Elif – Ve zaten son bombanıza gelecektim ben de. SG Yarım Yamalak. Boşuna demiyorum korona sizi durduramadı diye. 😊 “Madem evlere kapanmak gerekiyor, madem siz benim mekanıma gelemiyorsunuz, o zaman ben sizin evinize gelirim,” dediniz sanki SG Yarım Yamalak’ı hayata geçirerek. En azından ben öyle okudum takip ettiklerimi. Çünkü sanki ev hapsi günlerinde doğdu bu fikir, yoksa aklınızda böyle bir proje zaten var mıydı? Ama önce bilmeyenler için Sg Yarım Yamalak nedir siz anlatır mısınız?
Selda Güleç – Evet pandemi sırasında doğdu. Öyle bir şey oldu ki herkes aslında evde kaldığı günlerde hızlıca mutfaklara girdi. Mutfaklarda her türlü yemekler denendi. Canlı yayınlarda yemekler yapıldı, atölyeler yapıldı, tarifler verildi. Videolar çekildi. Herkes evindeydi. Türkiye’nin her yerindeki dünyadaki şefler bugüne kadar gizledikleri tarifleri paylaştılar. Ardı ardına inanılmaz bir öğrenme süreci başladı. Bu çok hoştu. Sevdiğim şefler var benim mesela. Onlar signature dedikleri yemeklerini bu şekilde paylaştılar. Hatta bazı restoranlar sürdürülebilirlikleri adına personellerinin maaşlarını devam ettirebilmek için restoranlarındaki bazı şeyleri satışa çıkarıp gelir haline getirdi. İnanılmaz şeyler oldu.
Bu arada en çok mutfaklarda iş vardı evde. Çünkü üç öğün yemek yeniyordu. Erkekler de, çocuklar da girdi mutfağa. Öyle bir an geldi ki, yemek yapmaktan sıkıldı insanlar. Yoruldular mutfak toplamaktan, yıkamaktan, paklamaktan, doğramaktan. Bir sürü catering firması da çalışıyordu bu arada. İnsanlar evlerine yemekler söylüyorlardı ama içleri rahat değildi. En azından fırına atabilecekleri, tekrar bir ısıl işlemden geçebilecek yemekler söylüyorlardı. Niye böyle bir şey yapmıyoruz fikri geldi.
Fikir nereden geldi onu da söyleyeyim. Bu bahsettiğim şeflik okuyan yeğenim, hiç şeflik yapmadı ama sağ olsun bizler için hep fikir üretti. Berlin’de yaşıyor. Bana Berlin’den telefon açtı. “Bak Berlin’de böyle bir sistem başladı. Yemeklerin son on beş yirmi dakikasını gidecek kişiye bırakarak, evde kendileri ısıtarak, ya da mikro dalgaya koyarak yapabilecekleri halde gönderen bir sistem var,” dedi. “Ay ben mikrodalga fırın kullanılmasını istemem,” deyince de “sen de kendine göre tarifler geliştir, tarifler bul,” dedi. Yani sadece fırınla pişirebilecekleri. Ben tabi gazla çalışan bir insanım ya. Kafam o andan sonra bunun üzerine çalışmaya başladı. SG Yarım Yamalak böyle doğdu.
Didem Elif – Yarattığınız Sg Yarım Yamalak markanız ile de ilk yemekli etkinliğinizi gerçekleştirdiniz. Üstelik Zoom üzerinden. Hem de Kürşat Başar gibi değerli bir isimle. Hele sağlanan gelir Barış İçin Müzik Vakfı’na bağışlandı ki, takdire şayan bir gece oldu kanımca. Kaş’ta yaşadığım halde beni de davet etme inceliğini gösterdiniz ancak o günlerdeki şartlarım buna elverişli değildi malesef. Zoom üzerinden bu yemekli sohbetlerin devamı gelecektir sanıyorum. Planlandığınız diğer etkinlikler az çok belli ise ve sakıncası yoksa buradan paylaşabilir miyiz?
Selda Güleç – 20 kişiye hazırlanacak şekilde hızlıca harekete geçtik. Küçük kızımdan logo istedim. O tasarım okuyor zaten. Onlar yeni tahliye uçağıyla gelmişlerdi. Evdeydiler. Daha önce İmalathane için yaptırdığım kutulara Aslı’nın yaptığı stickerları yapıştırdım. Küçük kızımın adı Aslı bu arada. Büyük kızımın adı da Elif. Adaş sayılırsınız büyük kızımla. Hızlıca, böyle bir hafta on gün içerisinde geliştirip, bu sohbetli sofrayı kurduk. Herkes aynı yemekleri yedi. Herkes kendine şık bir sofra kurdu. Onların fotoğraflarını paylaştı.
Zoom üzerinden harika sohbetli bir sofra programı oldu. Güzel şeyler konuştuk. Güzel şeyler yedik. Bu maddi bir kazanç için yapılmamıştı. Gelir Barış İçin Müzik Vakfı’na gitti. Belki de pandemi sırasında yaptığımız en güzel, en inovatif şeydi. Bilmiyorum dünyada hiç emsali oldu mu? Yarım Yamalak zaten dünyadan örnek alınmış bir şeydi ama Zoom üzerinde bu şekilde gönderilmiş, aynı yemekleri itina ile kendilerine güzel sofra koyup, en güzel kıyafetlerini giyip, bir yazarla aynı sofraya oturmuş gibi bir şey yapıldı mı? Bilmiyorum valla. Yapıldıysa da yapılmadıysa da biz yaptığımızdan çok memnun kaldık doğrusu.
Bu da Sg Yarım Yamalak için güzel bir çıkış, güzel bir reklam oldu. Şimdilerde ise Sg Yarım Yamalak için yemekler, tarifler üretip -var olmayan yeni bir tarif yaratmıyorum aslında- nereye kadar pişirip, nesi için bunu yapın diyebiliriz, bunu nasıl paketleyebiliriz gibi düşünceler geliştiriyoruz. Seyr-ü Seferlerimizde de gittiğimiz otelin mutfağına gireceğiz. Yine 12 kişilik masa kuracağız. Aynı şekilde bu akşam Zanzi Bar’da da öyle yapıyoruz. Pişirdiğimiz yemekleri hiç el değmeden hijyenik koşullarda sofrada sunacağız. Tabi Alaçatı ve Bodrum Ege Bölgesi olduğu için oranın malzemeleriyle yemekleri hazırlayacağız. Manifestomuzda olduğu gibi yerel, geleneksel, mevsiminde sebzelerle.
Zoom artık hayatımıza girdi. Yine Zoom üzerinden buluşmalar gerçekleştirmeye devam edeceğiz. Böyle bir sofra isteği olduğunda her zaman yapabiliriz. Bir şirketten bununla ilgili bir istek geldi mesela. Henüz zamanına karar verilmedi. Şirketteki üst düzey yöneticilerine Zoom üzerinden Yarım Yamalak ile bir sofra kurup bir toplantı yapılacak. İmalathane’yi ve Kömürlük’ü bir müddet açmayı düşünmüyorum. Çekim yapmak isteyen bir arkadaşım moda çekimini orada gerçekleştirecek. Mekanlarım kapalı ama ihtiyaç duyan insanlar için her şey orada yapılabilir halde.
Zaten pandemide şöyle bir şey de yaptık. Hastanelerin personelinin yiyecek sıkıntısı çektiğini duymuştuk. Bir müddet İstanbul’daki pandemi hastanelerine koliler yapıp gönderdik. Bu İmalathane sayfasında karşılaşacağınız bir bilgi değil. Bir de her hafta gibi, pandemi nedeniyle değil de, ağır hastalıkları nedeniyle hastanede kalan çocuklara hediyeler ve atıştırmalıklar gönderdik. En son karnelerini alırken onların da bir online eğitimi olmuştu. Hem bir çocuk kitabı, hem Kürşat beyin kitaplarından bir seçki, yine atıştırmatıklar ve annelerine de hediyeler gönderdik.
Kömürlük tabi böyle zamanlarda işimize yarıyor. Çok büyük bir alan. Haydaa bir imece başlıyor ki sormayın. İmeceyi bizim mahallemizdeki komşularımızla yapıyoruz. Mahallemizdeki kadınların lezzetlerini zaten Instagram’da sergiliyoruz. Ceplerine biraz harçlık olsun diye, hastaneye sağlık personeline gönderdiğimiz şeylerde onların lezzetlerini kullandık. Paketlemeden tutun her şeye yardım ettiler. Günlük kazanan kişiler onlar genelde. Eşleri de kendileri de öyle. Böylece bir taşla bir kaç kuş vurduk. Onlara da bu sıkıntılı günlerinde, hem destek hem moral olmuş oldu. Kömürlük o kadar büyük ki tabi, mesafelerle maskelerle bunları yapabilmek mümkündü. Yine iyi bir iş yarattık kapalı dursa da mekanımız.
Canlı yayınlardan birinde sevgili Funda ile Bibliyoterapi’yi konuşmuştuk. Bir kitap kulübü etkinliğinden söz etmiştik. Bibliyoterapi çok enteresan bir şey. Kitaplar üzerinden bir terapi. Kitaplardaki konularla empati yaptırarak insanları kaygılarından arındırıyor ya da çeşitli iyileştirici özelliği olan kitapla iyileşme söz konusu oluyor. Zoom üzerinden Bibliyoterapi ve Kitap Kulübü etkinliğini Funda Sakaoğlu ile yapmayı düşünüyorum. Önümüzdeki planlardan biri bu. Hemen grubu kurduk bile zaten. İlkini 9 Temmuz’da, ikincisini de 21 Temmuz’da yapacağız. Seyr-ü Seferlerden sonra önümüzdeki en yakın planlar bu. Arada başka Seyr-ü Sefer çıksa bile bilgisayar ve internetimiz olduğu sürece dünyanın neresinde olduğumuzun önemi yok. Her yerden bu etkinliğimizi gerçekleştirebileceğiz. Ofiste gibiyiz. Benim ofisim dünya gibi bir şey bu.
Didem Elif – “Sürdürülebilir” kavramı günümüzün en önemli konularından biri bence. Çocuklarımızın, torunlarımızın daha doğrusu insanoğlunun güzel bir dünyada yaşamasını istiyorsak, sürdürülebilirlik farkındalığını arttırmak adına içinde olduğumuz tüketim dünyasında emek vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Son olarak sohbetimizi bu konuyla bitirelim istiyorum. Sürdürülebilir yaşama ciddi katkılar sağlayan biri olarak siz neler söylemek istersiniz?
Selda Güleç – Benim için de en önemli kelimelerden biri bu. Her ne kadar dillere pelezenk olduysa da çok önemli. Bir önemli kelime daha var benim için Çeşitlilik. Dünyayı kurtaracak iki kelimenin bunlar olduğunu düşünüyorum. İşte pandemi sırasında yaşanan bir sürü ırkçılık üzerine gelişen olaylar, çeşitliliğin ne kadar önemli bir kavram olduğunu gösterdi bence. Çeşitlilik hayatın her alanında gerekli. Özellikle yeme içme söz konusu olduğunda Slow Food’un çok önem verdiği konulardan biri.
Sürdürülebilirliğe gelecek olursak, sürdürülebilirlik o kadar kolay bir şey değil. Çünkü insanoğlu birazcık ayran gönüllü. Teknolojinin de hızla ilerlemesiyle her şey o kadar hızla değişiyor ki. Başladığınızı bitiremeden yenisi geliyor. Başladığınız şeydeki emekleriniz yok olabiliyor. Bir bu anlamda sürdürülebilirlikten söz etmek isterim.
Bir de gerçekte var olan değerlerin, yani yüzyıllar boyunca insanoğlunun sahip olduğu değerlerin sürdürülebilir olmasından bahsetmek isterim.
Bu anlamda o kadar çok kaybolmuş, kaybolmaya yüz tutmuş değerler var ki, her alanda bu böyle. O yüzden Slow Food çatısı altında bu kaybolmaya yüz tutmuş lezzetleri hem kendi bölgemizde, hem de tüm Türkiye’de, hatta dünyada gün yüzüne çıkartmak -bu arada benim genç kızlık soyadım Günyüz- onlar hakkında farkındalık yaratmak çok mühim. Ben gençler adına yaptığım çalışmalarda böyle etkinlikler çok yapıyorum. Mesela diyorum ki çocuklara; “evlerinize gidiyorsunuz ve evde eğer büyükleriniz varsa annelerinizin babalarına en sevdikleri yemekleri soruyorsunuz, o tarifleri alıp onları bana getiriyorsunuz beraber pişiriyoruz.”
Gerçekten de pişiriyoruz. Sonra hep beraber oturup yiyoruz. Öyle ki sürdürülebilirliği herhangi bir Zoom eğitimi ile ya da herhangi bir sınıfta vermek çok zor. Verecekseniz de bunları mutlaka yaşatarak vermelisiniz. O çocuk anneannesinden o tarifi mutlaka dinlemeli, onu yapmaya çalışmalı, hatta onu ondan sonra da yiyerek keyfine varmalı. Sürdürülebilirlik böyle içselleştirilebilir. Bu yemek üzerinden böyle. Bunu her alanda uygulamak mümkün. İçselleştirmek, onu sahiplenmek, sahip çıkmak çok önemli. Sahip çıktıktan sonra da herkese fark ettirmek, fark ettirmek için de yaratıcılığı kullanmak çok önemli.
Sürdürülebilirlik için özellikle coğrafyamızdan söz edecek olursak; yine yeme-içme üzerinden gidersem, atalık tohumlarımız çok önemli. Mesela Türkiye coğrafyasının o güzelim kara kılçık, siyez gibi kaybolan değerleri, buğdayları, bulgurları çok pahalı şu anda almaya kalksanız. Yurt dışından gelmiş tohumlar kullanılıyor. Çünkü onlar daha ucuz. Hem onların işlenilebilirliği daha kolay. Eğer biz tüketmeye başlarsak o kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimizi, çiftçi de daha çok ekip çoğaltabilir. Görünürlüğü fazlalaşabilir, satın alınırlığı fazlalaşabilir ve böylece ucuzlayabilir diye düşünüyorum. inşallah da böyle olacak. Çünkü hiç şüphesiz gelecek tarımda. Pandemiden de en öğrendiğimiz cümle bence bu.
Didem Elif – Selda hanım her şeyi böyle detaylı anlattığınız için ben teşekkür ediyorum. Bu söyleşi ile size kısa bir kitapçık yazdık gibi oldu. Bu arada bana gönderdiğiniz videolardan ben affınıza sığınarak sözlerini benim düzenlediğim bir video hazırladım. Çünkü yaptığınız etkinlikleri gösterebilmek için bana gönderdiklerinizin hepsini olabildiğince paylaşabilmek istedim. Bazen söyleşi sorularıma çok kısa yanıtlar alıyorum öyle ki benim sorularım uzun kalıyor. Bazen fotoğraf ya da video teminini benim yapmam gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın işimi aşkla yaptığım için bundan şikayetçi değilim. Aksine tüm aşamaları severek yapıyorum. Ancak sizinle resmen bu konuda karşılıklı aşk yaşadık. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz gibi bir durum oldu benim için. Dilerim herkes de aynı keyfi alır. Şimdi okuyucularımızı yaptığınız etkinliklerden parçalar sunduğum videonuzla baş başa bırakıyorum.